uykuya ağıt

uykusuzlara hayatta kalma rehberi

3 Şubat 2012 Cuma

istediğini yap ülkesi

sevgili uykusuzdaşlarım!

 faşizm dediğiniz şey burun deliklerini hiddetle büyütüp küçülterek nefes alan kısa boylu bıyıklı bir amca değildir. şahsi fikrimce faşizm; tarihin kesin bir şekil vermediği, oyun hamuru şeklinde çeşitli şekiller alabilen iğrenç bir bilinç düzeyidir. bu bilinç düzeyine bizi taşıyan etmenler musollini amcanınki gibi "devletim güzel devletim" şeklinde veya hitler amcanınki gibi "ırkım güzel ırkım" şeklinde vukuu bulabileceği gibi sinsi bir biçimde hayatlarımıza en basit şekliyle girebilecek bir şeydir. örneğin bir cumhurbaşkanı eğer ki ermenilikle suçlanırsa bir ülkede onu suçlayanları sıradan faşizm ile değerlendirebiliriz. eğer ki o cumhurbaşkanı da "ermeni olmadığını" kanıtlamaya girişirse bu da faşizan düşüncenin bize nanik yapmasıdır. eh, bu girizgah ile yapmaya çalıştığım şey "herkese faşist demeyün, cahiller sizi faşizm şudur şüdür" diye olayı ortodoks biçimde formülize edip kafalarımıza kakmaya çalışabilecek entel arkadaşların ayakları altındaki zemini kayganlaştırıp onlardan kurtulmaya çalışmak.

neyse konu uzadı uzayacak. esasında bu yazı "v for vendetta" isimli çizgi romana adanmıştır. hayır efendim aynı isimli film değerlendirme dışıdır. hikayemizin yazarı alan moore ve çizeri de david lloyd 'dur. moore amca hikayeyi yazdığı dönemde ingiltere, margaret thatcher yönetiminde muhafazakar dalganın altındaydı (ve bilirsiniz muhafazakarlar yeni düşünceler karşısında kanlı faşistlere dönüşebilirler) ve moore arka plan olarak bunu kullandı ama bunu kullanmakla kalmayıp bir kaç adım öteye götürdü ve faşizmle yönetilen karanlık bir distopya yarattı. bu karanlığa karşıysa yine bu karanlığın yarattığı ve kendisini 1608'de ingiltere parlamento binasını havaya uçurmaya çalışan guy fawkes'ın suretinde saklayan bir "terörist"i koydu. "yıkmak yaratıcı bir dürtüdür" diyen bakunin'i kendine örnek alan "v" binaları uçurmaya, bu distopyanın yöneticilerini tek tek öldürmeye başlıyor ve hikaye kendine özgü şaşırtıcı dinamikleriyle devam ediyor. hikayenin diğer karakteri olan "eve" ise sistemin sıradan bir kurbanıyken yavaş yavaş bir anarşiste dönüşüyor. bu süreç moore tarafından çok başarılı anlatılmış. bir kurbanın bir devrimciye dönüşmesi için deveye gerçekten hendek atlatmak mı gerekir?

 kendi ülkemizin gerçeklerine bakalım. en sıradan protesto gösterisi bile polis tarafından şiddetle bastırılıyor. devletin "şiddet tekeli" hayatlarımız üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanıyor. gerçek bir protesto gösterisi şahsi fikrimce bu kadar kolay bastırılamamalı. gaz bombasıyla kolayca dağıtılabilen bir kalabalık ciddiye alınmaz. burada dikkat edilmesi gereken nokta protesto gösterisini yapan grupların şu andaki pasif durumundan saldırgan bir duruma geçtiğinde ülkemizin kendi "milli ve manevi değer savunucuları" tarafından kötü olarak lanse edileceğidir. milli ve manevi duygular faşizm için güzel bir mazerettir. buna karşı savaşmanın yolu ise insanların zihinlerini açacak duruşu göstermektir. bir şiddet gösterisini arkasında durulabilecek bir eyleme çevirmek yani bu eyleme bir duruş vermek önemli bir şeydir.

 eğer küçük protestonuz ona kattığınız güzelim şiddet ile kontrolden çıkıyorsa örneğin bir yağmaya dönüşüyorsa burada bir sorun vardır. v for vendetta'da da bu durum var ve hatta yazar tarafından bu böyle bir yağmacı kaostan geçen toplumsal duruma "istediğini al ülkesi" adını veriyor. ancak hareket sonunda aynı bir ırmak gibi yatağını bulduğu zaman "istediğini yap ülkesi"ne dönüşebiliyor. kaos hem yıkıcı hem yapıcı olabilir ama ikisi arasında bir geçiş dönemi olacağı muhakkak. v for vendetta bu yüzden güzel bir çizgi romandır. sizi düşünmeye iter. "istediğini yap ülkesi" ne ulaşmak için "istediğini al ülkesi"nin bedelini ödemek gerçekten gerekir mi? peki ya "istediğini yap ülkesi"ne hiç ulaşamazsak?

 anarşi geçerli bir fikir midir?

 yine de ne olursa olsun joker'in deyimiyle; birazcık anarşi takdim et!

 iyi sabahlar sevgili uykusuzdaşlarım.

17 Aralık 2011 Cumartesi

yalnızlığın rengi

Sizi hiç düşünmediğiniz şeyler üzerine düşündürmek isterdim. Bence bunu yapmak büyük bir meziyettir ve yukarıdaki başlığı atmama sebep olan kişi işte tam da bu meziyete sahip güzel bir insan. "Yalnızlığın rengi ne olabilir ki" diye sordurdu kendime. Dipsiz bir karanlık cevapladı.

Cevap dipsiz karanlık mıydı? Ama ben değil miydim kendini karanlık boşluğa atan. Ben değil miydim bulduğu her fırsatta başladığı her şeyden kaçan korkak? Benim için yalnızlığın rengi ile korkaklığın rengi aynı. Peki korkaklığın rengi neydi? Buldum buldum. Bence yalnızlığın rengi ağlamamak için sıktığınız göz pınarlarınızın ağrısının rengidir. Acının rengi yalnızlığın rengidir.

Beyaz bence umudun rengi. Keşke kaçtığım şeylerde beyaz rengi görseydim. Ama ben hep kaçtım. Hayatımı bir kaplumbağa kabuğunun altında geçirebilsem eminim geçirirdim. Başıma ileride ne geleceğini bilmiyorum. Sadece kaçmanın mutluluk getirmediğini bilmenizi isterim. Bu benim deneyimleyerek ulaştığım bir sonuç değil. Kaçmadan önce de biliyordum bunun mutsuzluk getireceğini ama katlanarak artacak bir mutsuzluktan korktum. Bu bir itiraf mektubu gibi oldu sanki. Özlemenin rengi var bir de...

Bence özlemenin rengi gri. Ama umutsuz bir özlem bu. Hiçbir şey vaadetmeyen bir özlem. Bir kaçağın kaçtığı şeye duyduğu özlem. Aslında suçluluk duymam gerektiğini düşünebilirsiniz. Ama duymuyorum. Yaptığım şeyi yapmasaydım seni daha büyük mutsuzluklara sürükleyen adam olabilirdim. Gelecekteki seni kurtarmak için şimdiki beni harcadım. Ve seni bir kaçağın bir sürgünün kaçtığı şeyi sevdiği gibi seviyorum. Hüzünlü ama umutsuz... Yalnızlığın rengi benim adım.

12 Aralık 2011 Pazartesi

icewind dale 2 - hiç bitirmediğim oyun




İngilizcemin yamuk, frp bilgimin gudik, kızlarla aramın kubik ve fantastik diyarlara ilgimin histerik olduğu bir zaman dilimi içerisinde ilk bilgisayarımda ben bu oyuna matematiksel rastgelelik tanrısı sayesinde bir korsan cdci vasıtasıyla sahip olmuştum. O kadim zamanlarda korsan cd ciler hayvan gibi dükkanlar açarlardı ve ben karıştığım illegalitenin farkında bile olmazdım.

Neyse aldığım oyunu "next" tuşuna hayvanca basa basa kurdum. Oyunun adı İcewin Dale 2 idi. Kurulum ekranında bir takım şahsiyetlerin resimleri akıp gidiyordu. Güzel elfler, karanlık tipler, eciş bücüş cüceler falan. Aklınıza frp ile ilgili ne gelirse işte. Frp ne yahu diyen varsa hemen google amcaya sorsun.

Oyunun başında kendinize 6 kişilik bir ekip kuruyorsunuz. Ekipteki herkesin ırkını, classını, özelliklerini falan belirleyip "Ten Town" denen yerde maceraya akıyorsunuz. Bu karakter yaratma ekranında seslendirme bile seçiyorsunuz. Çok güzel replikler var şahane atmosfer yaratıyor. Oyun boyunca her boy ork, goblin, örümcek, ejderha, insan vs kesip kesip ilerliyorsunuz. Pek bir rol kasma kısmı yok. Devamlı bişiylerle savaşıyorsunuz ancak oyun aslında çok zevkli lan. Oha ağzım sulandı bak. Resmiyeti de bir kenara baktım. Zaten böyle acımasız bir diyarda resmiyet falan olacak iş değil. Kılıçlarınızı kuşanıp büyülerinizi hazırlayın ve icewind dale 2 yi edinip aksiyona girin. Goblinlerin ordu oluşturup saldırdığı "ten town" ı kurtarun.

"Today is a good day to die..."

roman yazan zombi kikolamaca

Sevgili uykusuzdaşlarım; bilirim içinizde yığınla yaratıcı insan var. Bu bloga taa ilk başladığım zaman temel önermem "uyku problemi çeken insanların esasında çok yaratıcı olmaları gerekir" idi. Bu fikrim hala değişmedi. Ben de sıkı bir uykusuz olduğuma göre bir yakım üretici faaliyetler içine girmiş olmam sizi çok şaşırtmaz heralde. Naçizane hikayeler yazıyorum efendim. "Ahahueha bu dil kullanımıyla mı?" diye şaşırdığınızı duyar gibiyim. Evet blogda biraz özensiz yazılar çıkarıyorum ama hikaye yazarken işimi ciddiye alıyorum. Ama konu sapıyor anlatmak istediğim bu değil.

Bir yıl önce yazdığım hikayeler çift haneli sayılara ulaştığında daha geniş öyküler yazmam gerektiğini hissettim. Kafamda bu şekilde anlatılabilecek 3+1 hikaye var. "+1 ne lan?" dediğinizi duyar gibiyim. Bu arada sanırım siz de farkettiniz devamlı birilerinin bir şeyler dediğini duyar gibi oluyorum. Sanırım ufaktan beynim peynir haline gelmeye başladı. Öhöm, +1 olarak düşündüğüm şey bir fantastik hikayeydi amma velakin şimdilik eğer oturup yazacaksam fantastik edebiyata bulaşmış olmak istemiyorum. "Eh madem fikirlerin var niye yazmıyorsun?" dediğinizi duyar gibi değilim eheh bunu kendim soruyorum ayna karşısında. Problemim şu; yazmaya çalıştığım birkaç ufak girizgah yaptığım bu konularda, bilgi eksikliği içerisinde bulunduğumu hissediyorum ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım tatmin olmuş hissetmiyorum. Bu sebepten de roman fikirlerim veya en azından uzun öykü fikirlerim beynimin topraklarında gömülü duruyorlar ve acıkmış bir zombi gibi arasıra mezarlarından kalkıp üzerlerinde dolaştıkları beynimi kemirip karınlarını doyurup geri deliklerine giriyorlar. Böyle bir cümle yazan bir dil katili nasıl roman yazsın ha seni uykusuzdaş? Benim merak ettiğim sizlerinde böyle sıkıntıları var mı? Varsa söyleyin bilelim öğrenelim bir çözüm bulalım birlikte.

Of sıkıldım ben ya ne zor kardeşim yaşamak.

İyi sabahlamalar...

Not: uçev kikolamaca güzel bir şeydir. ama aslında böyle birşey yok.

31 Ekim 2011 Pazartesi

the great society

1966 yılında San Fransico'da bir gece kulübü. Kafa yapan tüm o sigaraların, envai çeşit alkolün ve yığınla hippinin arasında sahnede bir grup müzik yapmaya çalışıyor. Ve lanet olsun, bu işte çok başarılılar. Grubun solisti olan kadın sadece 26 yaşında ve sesinde bir şey var. Hiçbir gerçek madde insanı bu denli uçuramaz. Sonra bir an geliyor grup bir şarkıya başlıyor. Dört dakika boyunca kadın sahnede susuyor ve grubun diğer elemanları sihirli bir müzik yapıyor, saykedelik diyorlar o diyarlarda buna. Annenizin verdiği hiçbir şeyin sizi götüremeyeceği yere götüren bir müzik bu ve sonunda kadın şarkısına başlıyor. Alice'in ve beyaz tavşanın peşinden gidenlerin başına gelenlerin hikayesini anlatıyor. Grace Slick, The Great Society'nin en güzel üyesi olarak söylenmiş en güzel şarkılardan birine can veriyor.



Bu gece kulübünün adı "The Matrix". 1965 yılında 1972'ye kadar San Fransisco'nun sesi oluyor. Öyle bir gece kulübü ki Jefferson Airplane, Velvet Underground, Country Joe&Fish gibi dönemin bir çok önemli grubu burada çalıyor. Bugün internette ve çeşitli yerlerde burada yapılmış kayıtlardan oluşan bazı albümleri bulabilirsiniz. Ve bulmalısınız da çok sağlam gerçekten de. Bizim gibi geç doğup dünyanın en sıkıcı çağına sıkışan genç insanların gölgesinin gölgesini ancak koklayabileceği bu zamanlara ait güzel albümler, güzel şarkılar bundan. Saykedelik veya daha doğrusu psychedelic müzik orada bir yerde henüz keşfetmediyseniz sizi bekliyor.

The Matrix'e sizi de bekliyoruz.

27 Ekim 2011 Perşembe

blog kullanamamanın incelikleri

Evet sevgili uykusuzdaşlarım. Bir önceki attığım post ve bu post arasındaki zaman farkından yola çıkarak bu metni yazmaya karar verdim. Böylece "nasıl blog tutulmaz?" sorusuna cevap verebilmeyi umut ediyorum.

1) Öncelikle açtığınız bloga ilk gazla düzenli olarak yazın. Öyle ki; insanlar düzenli bir blog olduğunu düşünsünler.
2) Sonra yavaş yavaş gönderdiğiniz postların arasını açın. İki haftada birken ayda bire düşsün. Derkene altı ayda bir göndermeye başlayın.
3) "Derkene" diye bir şeyi blogunuzda kullanarak sizi takip eden sayısını düşürün. Kimse takip etmiyor mu zaten? Sallayın o zaman eheh.
4) Blog sahibi olduğunuzu bile unutun. Arkadaşlarla konuşurken bir anda "ulan benim blogum vardı yahu!" diye aklınıza gelsin.
5) İşte artık elinizde blog olmaktan çıkmış bir blog var.

Güle Güle kullanamayın.

4 Ocak 2011 Salı

gecesi gündüz gündüzü gece

Tam şu anda yazmaya uygun olduğuna karar verdim. Saat 06 51, veya açık haliyle saat sabahın körü. Dün öğleden sonra 4 ten beri uyanığım. Ve dün sabah sekiz buçukta yattım. Ben sıradan bir adamım uykusuzdaşlarım. Sınavları, projeleri olan sıradan bir öğrenciyim. Ancak gündüzlerimin uykuya gömülmesinin sebebi sınavlar falan değil. Bir şekilde kontrolümü kaybetmeye başladım. Geceleri uyumak istemiyorum ve uykuya daldıktan sonra da kalkmak istemiyorum. Hayatımda ilk defa korkmaya başladım, kontrolümü kaybediyorum. İkinci öğretim öğrencisi olmanın getirdiği düzensiz hayatım kendi anlayamadığım güdülerim yüzünden beni güneş ışığını göremeyen biri haline getirdi. Yakında vücut saatim isyan edecek; "ulan artık gündüz olsun, 766 saattir geceyi yaşıyoruz beynim sulandı benim" diye gemileri yakacak. Disiplin gerekli bir şeymiş. Uyumak bu kadar zorken ben hala bakın blog yazmaya çabalıyorum. Dün gece de günlüğümsü bir şey dolduruyordum. Bugün de aylardır yazmadığım bloguma yazarak vakit geçiriyorum. Yani demek istediğim uyumak istemiyorum, ama bundan rahatsız oluyorum. Şimdi meyve suyum ve gofretim bitince uyumaya gideceğim. Umarım istediğim saatte kalkarım çünkü bugün yapacak önemli işlerim var. Kalkmak da artık çok büyük bir probleme dönüştü. Her an yorgun olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Eh ama paragraf yap artık diyorsanız bana "anaa unutmuşum nan" derim.

Çilekli gofret ve şeftali suyundaki inanılmaz ahenksizliğin tadını çıkarırken sevgili kan çanağı gözlü yoldaşlarım size tavsiyem uykusuzluk işini abartmayın. Eh, bu blog uykusuzlara hayatta kalma rehberi olacak şekilde tasarlandığına göre sağlığınızı da düşünmeliyim. Yat uyu artık hala okuyor yahu. Ben de yatayım.